ATEŞPEREST KOMŞU
Ahmed bin Harb hazretlerinin Behram adlı ateşperest bir komşusu vardı. Bu komşu bir defâsında ticâret için bir yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar. Ahmed bin Harb durumu haber alınca, yanındakilere; "Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateşe tapıyorsa da komşumuzdur." dedi. Behram'ın evine gelince, kendilerini hürmetle karşıladı ve çok saygı gösterip ikramlarda bulundu. O günlerde çok kıtlık olduğundan bir şeyler yemek için gelmiş olabileceklerini de düşünerek ayrıca yemek hazırlamak istedi. Bunu gören Ahmed bin Harb hazretleri; "Zahmet etmeyiniz. Malınızın çalındığını duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek, halinizi, hatırınızı soralım diye geldik." buyurdular. Behram; "Evet öyledir, ama bunda üç şeye şükretmem lâzım oluyor: Birincisi, başkaları benden çaldılar, ben başkalarından çalmadım. İkincisi, malımın yarısını aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini alsalardı. Üçüncüsü, din bende kaldı, dünyâyı aldılar." dedi.
Bu sözler Ahmed bin Harb'in pek hoşuna gitti ve yanındakilere; "Bu sözleri yazın. Bundan îmân kokusu geliyor." dedi. Sonra Behram'a; "Niçin ateşe tapıyorsun?" diye sordu. Behram:
"Ona tapıyorum ki yarın beni yakmasın, kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü teâlâya ulaştırsın." cevâbını verdi.
Ahmed bin Harb: "Çok yanılıyorsun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak mümkün değildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi söndürür. Bu kadar zayıf bir şey başkasına nasıl kuvvet verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allah'a nasıl kavuşturur? Ateş câhildir. Bir şey bilmez, yakarken misk ile necaseti ayıramaz. Hepsini aynı anda yakar ve hangisinin daha iyi olduğunu bilmez. Sen ki, yetmiş senedir ona tapıyorsun. Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel ikimiz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup korumadığını gör." buyurdu.
Behram ateş getirdi. Ahmed bin Harb hazretleri elini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli hiç yanmadı ve acımadı. Bu hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme hissederek:
"Size dört şey soracağım. Cevaplarını verirseniz îmân edeceğim." dedi.
Ahmed bin Harb "Sor." buyurdu. Behram dedi ki:
"Allahü teâlâ, insanları niçin yarattı? Mâdem ki yarattı niçin rızık verdi? Mâdem ki rızık verdi. Niçin öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diriltecek?"
Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi:
"Allahü teâlâ kendini tanımaları için insanları yarattı. Razzâk, ziyâdesiyle rızık verici olduğunu bilsinler diye onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları öldürür. Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir."
Behram bunları duyunca; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü." diyerek müslüman oldu.
İNKARCI DOKTOR
Bizanslılar devrinde, İstanbul'da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı gibi, Allahü teâlânın varlığını da inkâr ediyor ve; "Her şey kendi kendine var olmuştur." diyordu. Âlemin bir yaratıcısı olduğunu kabûl etmiyordu. Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her soruya cevap veriyordu.
Hıristiyanlardan hiç kimse bu doktora cevap veremez hâle gelmişti. Yalnız; "Dünyânın bir yaratıcısı olduğuna delil getirip beni iknâ eden olursa, bu dâvamdan vaz geçerim." diyordu. Karşılaşıp münâzara ettiği herkesi mağlûb ediyor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen herkese dinsizliği aşılıyor, fikirlerini karıştırıyordu.
Bu doktor karşısında hıristiyanlar âciz kalmıştı. Durumu krallarına anlattılar. Buna ancak müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbâsî halîfesi, Me'mûn'a bir elçi ile mektup gönderdi. Mektubunda; "Size gönderdiğimiz bu doktor dinsizdir. Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Yanınızda münâzara edecek ve bunu iknâ edip, mağlub edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur." yazmaktaydı. Abbâsî halîfesi müşavirlerini toplayıp, onlara danıştı. Oradaki ilim sahipleri dediler ki:
"Ey halîfe! Önce onu, mütehassıs olduğu tıp ilminden imtihan edelim, deneyelim. Sonra duruma göre ne yapacağımıza karar verelim."
Ertesi gün, kalabalık hâlinde geldiler. Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye idrarını koyarak birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime aid olduğunu bilmek için de özel işâretler koydular. Hepsini getirip, bu inkârcı doktorun önüne koydular. Doktor önce şişelere, sonra da orada bulunan insanların yüzlerine baktı. Ve hiç yanlışlık yapmadan, bu falancanın, bu da falancanındır diye tek tek saydı. Şişelerin üzerlerindeki işâretlere baktıklarında, hepsi dediği gibi olduğunu gördüler. İki kişinin idrarını karıştırdığı şişelerdeki idrara da bakıp; "Bu falanca ile filancanın idrarıdır. Onlarda şöyle şöyle hastalıklar vardır. İlaçları da şunlardır." dedi.
Hepsini doğru söylemişti. Herkes onun işine şaşırıp âciz kalmıştı. Sonra; Bağdat'ta onunla münâzara edecek bir kişi bilmiyoruz." dediler. İçlerinden birisi; "Büyük âlim, evliyânın üstünlerinden olan Nişâburlu Ahmed bin Harb hazretleri dün gece buraya geldi. Hacca gidiyor. Bununla ancak onun münâzara edebileceğini sanırım." dedi.
Halîfe, Ahmed bin Harb'ın yanına birini gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki:
"Siz münâzara meclisini falan saatte, halîfenin sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman bana, niçin geç kaldınız? dersiniz. Ben de cevap veririm."
Dediği gibi yaptılar. Ahmed bin Harb hazretleri gelip oturunca halîfe ona; "Niçin geç kaldınız?" diye sordu. O da; "Abdest için Dicle Nehri kenarına gittim. Tuhaf bir şey gördüm. Ona bakarak geciktim." dedi. Halîfe; "Ne gördünüz ki?" diye sorunca şöyle cevap verdi:
"Gördüm ki topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar kendiliğinden birleşip marangozsuz, çivisiz sandal oldu. Bir kayıkçı olmadan da suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım."
Bu saçmalıkları duyan inkârcı doktor dayanamadı:
"Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münâzara etmeye geldi? Bu delidir. Bununla münâzara etmeye değmez."
Bunun üzerine Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi,
"Niçin saçma konuşayım ve deli olayım?"
Doktor kendinden emin bir şekilde konuştu: "Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur. Bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal olur. Kayıkçı olmadan su üzerinde gider dediniz."
O zaman Ahmed bin Harb son sözünü söyledi:
"Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkânsız olunca, yâni ustası, bir yapıcısı olmadan sandal olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcı olmadan, bu dünyâ bu sağlamlığı ile binlerce güzel yaratıklar, sanat erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var olsunlar? Asıl, bir yapıcı, yaratıcı yoktur diye böyle hezeyan söyleyen, saçmalayan delidir."
İnkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı, insafla kendi kendine; "İnsan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi inanıyorum ki, Allahü teâlâ vardır." deyip müslüman olmak istedi. Ahmed bin Harb ona kelime-i şehâdet söyletip mânâsını öğretti. Böylece bir insanın inkârdan kurtulup sonsuz saâdete kavuşmasına vesile oldu.
Hz. Hüseyin’in kölesi
Hz. Hüseyin bir gün ziyaretine gelen dostları ile bir arada yemek yiyordu.
Kölesi, yemek getirirken kaza ile yemek kabini Hz. Hüseyin’in üzerine döktü. Hz. Hüseyin bir anda öfkelenip köleye dik dik baktı. Bunu gören köle:
Al-i İmran Suresi 134. ayetindeki "Takva sahipleri öfkelerini yutanlardır" kısmını okuyunca Hz. Hüseyin’in sinirleri gevşedi ve "Öfkemi yuttum"dedi
Bunun üzerine köle, ayetin devamını okudu "Onlar insanların kusurlarını affedenlerdir."
Hz. Hüseyin,"Kusurunu affettim " karşılığını verdi.
Köle, ayetin sonunu da okudu: "Allah iyilik yapanları sever."
Hz. Hüseyin,"İyilik olarak seni azad ediyorum, artik hür ve serbestsin”dedi. Köle son derece sevindi ve mutlu oldu.
Hz. Hüseyin, yanındaki misafirlerine, bu vesileyle herkese ders olacak su açıklamayı yaptı:
"Gördünüz, Allah`n kitabından bir ayet bilmesi ve yerinde okuması onun, hem cezadan kurtulmasına, hem de hürriyetine kavuşmasına neden oldu. Sizler ve bizler de Allah`in kitabından ne kadar çok şey örenir ve uygularsak o kadar hür yasar; nefsimizin ve dünyanın esaretinden kurtuluruz. Ayrıca Allah bizi o kadar mükâfatlandırır."
Evet, Allaha`a hakkıyla kul olmak, insani bütün maddi şeylerin tutsaklığından kurtarır ve Kur`an ` in saadet ikliminde daha özgür yasamamıza neden olur.
Al-i İmran-134 - Elleżîne yunfikûne fî-sserrâ-i ve-ddarrâ-i velkâzimîne-lġayza vel’âfîne ‘ani-nnâs vallâhu yuhibbu-lmuhsinîn.
MEALİ:O müttakîler ki bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları sever.
Sahabe efendimiz
Ashaptan Said bin Yerbû Hz.leri, Allah Resulünden yaşlıydı. Bir gün kendisine soruldu;
“Siz mi büyüksünüz, Allah Resulü mü?”
Said bin Yerbû Hz.leri, büyük bir saygı, zerafet, nezaket ve edep içinde, meşhur cevabını verdi:
“Allah Resulü daha büyük, bense ondan daha yaşlıyım. “ Ben ondan önce dünyaya geldim ama, o benden büyüktür.”
Efendimiz'in İffet Eğitimi ve Ensar Mantığı
Allah Resülü'nün yanına bir delikanlı gelmişti:
- Ya Resülullah, diyordu. Mahcuptu; duygularının baskısı altında olduğu her halinden belliydi. Bir şeyler demek istiyordu ama bir türlü cesaretini toplayıp da maksadını söyleyemiyordu. Ancak Rahmet Nebisinin şefkat dolu bakışlarına muhatap olunca kendini toparlayabilmişti; yüzü kızarmış, şunları söylüyordu:
- Zina konusunda bana izin verir misin!
Onun bu sözünü duyanlar üzerine yürümüş ve çoktan sıkıştırmaya başlamışlardı:
- Şunun yaptığına bak! Olacak şey değil, türünden sözler sarf ediyorlardı! Bir anda sesler yükselmeye başlamış ve ortalık buz kesilivermişti! Buzları çözen sesin sahibi yine Resülullah'tı:
- Onu yanıma yaklaştırın, buyurdu ve bunun üzerine delikanlı Cüleybib, Allah Resulü’nün yanına kadar geldi. Şefkatle başını sıvazladığı bu delikanlıyı Efendiler Efendisi (sallallahu aleylıi ve sellem) dizinin dibine oturtacak ve soracaktı:
- Böyle bir işin, annenle yapılmasını ister misin?
Tüyleri diken eden bir soruydu ve yerinden fırlarcasına Hz. CÜleybib:
- Allah (celle celaluhü) beni Senin yoluna kurban etsin; vallahi de, hayır ya Resülullah, dedi. Zaten Resülullah da böyle bir cevap bekliyordu:
- İşte, diğer insanlar da anneleriyle böyle bir fiilin yapılmasını istemezler, diye mukabelede bulundu ve arkasından yine sordu:
- Peki, böyle bir şeyi senin kızınla yapmalarından hoşlanır mısın?
Hiç beklemediği bir soruydu; utancından yerin dibine girecek gibiydi ve başını kaldırıp:
- Yoluna kurban olayım; vallahi de hayır ya Resülullah, diyebildi. Şefkat nazarlarını üzerinden ayırmayan Resül-ü Kibriya Hazretleri:
- İşte, hiç kimse kızlarıyla böyle bir işin yapılmasından hoşlanmaz, diyordu. Yeniden sordu:
- Kız kardeşinle böyle bir işin yapılmasını hoş karşılar mısın?
Her bir soru, yüreğine ok gibi saplanıyordu; bin pişman olmuştu ve hemen:
- Kurbanın olayım; vallahi bundan da hoşlanmam ya Resülullah, diye mukabelede bulundu. Tekrar aynı şeyi söylüyordu Allah Resulü (sallallalıu aleyhi ve sellem):
- Hiç kimse, kız kardeşiyle böyle bir fiilin yapılmasını hoş karşılamaz!
Soruların arkası geliyordu:
- Birisinin, senin halanla böyle bir işi yapmasını ister misin? Belli ki aklını ve kalbini tatmin etmeden kendisini yanından
ayırmayacaktı; onun şahsında aynı zamanda koskoca bir ümmeti eğitiyordu! Hz. Cüleybib aynı tepkiyi verecekti:
- Canım yoluna kurban olsun; hayır istemem ya Resulullah! Resülullah'ın hükmü yine aynı istikametteydi:
- İşte diğer insanlar da, kendi halasıyla böyle bir günahın irtikâbını istemez!
Sıra son soruya gelmişti:
- Peki, böyle bir günahın senin teyzenle yapılmasına ne dersin?
Cüleybib kalıptan kalıba giriyordu; içinde fırtınalar kopuyordu!
İyi ki gelip durumu Allah Resulü’ne intikal ettirmişti; mahcubiyetinin yerini artık huzur dolu bir duruş alıyordu! Veeh-i mübareklerine baktı ve:
- Hayır, ya Resülullah Yoluna kurban olayım; böyle bir işi hiç ister miyim, dedi. Yine son noktayı Allah Resulü (sallallalıu aleyhi ve sellern) koyuyordu:
- İşte, insanların hiçbiri de, teyzeleriyle böyle bir günahın işlenmesine rıza göstermez!
Bundan sonra onu daha da yanına yaklaştıracak olan Efendiler Efendisi (sallallalıu aleyhi ve sellem), mübarek ellerini omuzlarına koyacak ve Hz. Cüleybib için şöyle dua edecekti:
- Allah'ım! Onun günahlannı Sen affet! Kalbini tertemiz kıl ve iffetini de masun eyle!
Bu kadar yakınına gelip de nebevi duaya mazhar olan Hz. CÜleybib, o andan itibaren insanların en iffetlileri arasındaki yerini alacaktı.
Ancak Sultan-ı Resul Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir adım daha atacak ve gidip Hz. Cüleybib için Ensar'dan birinin kapısını çalacaktı:
- Kerimen filanı talep ediyorum, diyordu. Sevincinden Ensar'ın ayakları yerden kesilmişti; kapısına kadar gelen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) kızını istiyordu! Hemen:
- Elbette, ya Resülullah, diye mukabelede bulundu. Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) durumu tashih etmek zorunda kalmıştı; döndü ona ve:
- Ben onu kendim için istemiyorum, dedi. Bu sefer Ensar:
- Peki, kimin için ya Resülullah, diye sordu. Efendimiz:
- Cüleybib için, buyurdu. Cüleybib'i tanıyordu Ensar; ancak o,
beklediği gibi bir soylu aile geleneğine sahip olmadığı gibi aynı zamanda o güne kadar sıra dışı hareketleriyle bilinen birisiydi. Onun için tereddüt geçirdi Ensar ve:
- Bir de annesiyle istişare edeyim, ya Resülullah, diyerek müsaade istedi.
Efendimiz'in de oluruyla birlikte doğruca evine gelen Ensar, hanımına yaklaşıp:
- Resülullah, senin kızına talip; onu istiyor, dedi. Kadının sevincine diyecek yoktu ve hemen:
- Bu ne büyük lütuf; elbette olur, diye karşılık verdi. Buraya kadar her şey normaldi; ne zaman ki Ensar:
- Ancak O (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisi için istemiyor; onu Cüleybib için istiyor, dediğinde işler bir anda değişiverdi. Kadın şöyle cevap verdi:
- Ne? Cüleybib mi dedin? Bula bula Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onu mu bulmuş; hâlbuki biz onu, filan ve falana bile vermedik! Hayır! Allah'a yemin olsun ki onu Cüleybib'le nikâhlayamazsın!
Bunlar, zaten Ensar'ın da beklediği tepkilerdi ve Resülullah'a durumu haber vermek üzere ayağa kalkıp tam kapıdan dışarı çıkmak üzereydi ki, içeriden:
- Beni sizden kim istiyor, diye bir ses geldi. Bu sesin sahibi, Resülullah'ın Hz. Cüleybib için talep ettiği kızlarından başkası değildi! Döndü ve durumu ona da haber verdiler. Kızlarının mantığı çok farklıydı; önce onlara şu soruyu sordu:
- Resülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sizden bir talepte bulunuyor da siz onu geri çeviriyorsunuz, öyle mi?
Zihinlerde şimşek çaktıran bir soruydu bu; ancak o, bununla da yetinmeyecek ve onlara:
- Allah ve Resulü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah'a ve elçisine isyan ederse, besbelli bir sapıklığa düşmüş olur,"? Mealindeki ayeti okuyacak, arkasından da:
- Şayet O (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu uygun görmüşse, bu nikâha siz de 'olur' deyin ve beni ona verin; çünkü Allah (celle celaluhü) asla beni zayi etmeyecektir, diyecekti.
Şimdi onlar, daha önce bu inceliği düşünemediklerine yanıyorlardı:
- Doğru söylüyorsun; dediler. Kızlan kendilerini irşad etmişti ve fikirlerini anında değiştiren Ensar, durumu Allah Resulü’ne bildirmek için hemen yola çıkacaktı; huzura gelir gelmez, kızını kastederek:
- Senin nza gösterdiğin konuda bizler de razıyız; o, sizindir; dilediğinizle evlendirin, diyordu. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) de:
- Ben bu işten razıyım, diyecek ve böylelikle Cüleybib'i evlendirecekti. Onun için şöyle dua ediyordu:
- Allah'ım! Onların üzerine sağanak sağanak hayır yağdır ve geçimlerini de geniş eyle!
Artık Hz. Cüleybib, Medine'nin en iffetli insanıydı'?"
Hazreti Cüleybib, daha sonra katıldığı bir savaşta şehit oluyor. Herkes kendi şehidini arıyor. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanındakilere: “Hiç kaybınız var mı?” diye soruyor. “Hayır” cevabını alınca: “Ama ben Cüleybib’i kaybettim!” buyuruyor. Ashab-ı kiram onu bulduklarında öldürmüş olduğu yedi kişinin yanında şehit edilmiş olduğunu görüyorlar. Resûl-i Ekrem Efendimiz gidip onun başucunda duruyor, Cüleybib’i kolları arasına alıyor ve: “Bu bendendir, Ben de ondanım.” buyuruyor. (Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 131)
Ebu Hayseme'nin Dünya Nimetlerini Terkederek Allah Yolunda Savaşa Katılması
Ebu Hayseme, Hz. Peygamber Tebük savaşına gittikten birkaç gün sonra sıcak bir günde ailesinin yanına gitti. Bostanında iki gölgelik gördü. İki hanımından her birisi bir gölgelikteydi. Her birisi gölgeliğine su serpmişti. Ve Hayseme için soğuk su hazırlanmıştı. Ona yemek de hazırlamışlardı. Bostana girdiğinde gölgeliğin kapısında durdu. İki hanımına ve onların kendisi için hazırladıklarına bakınca "Resûlullah güneşin önünde, hararete maruzdur; Ebu Hayseme ise serin bir gölgelikte güzel bir kadının yanındadır. Bu, adalet değildir"dedikten sonra "Allah'a yemin ederim ki, hiçbirinizin gölgeliğine girmeyeceğim ve Resûlullah'a yetişinceye kadar da gideceğim"dedi. "Bana azık hazırlayın"diye ilave etti. Onlar da azık için hazırlık yaptılar. Sonra devesine varıp yükünü ona yükledi ve sonra da Resûlullah'ın arkasını takiben yola çıktı. Hz. Peygamber, Tebük'teyken ona yetişti. Ebu Hayseme'ye yolda Umeyr b. Vehb el Cumahi de yetişmişti. O da Resûlullah'ın yanına gitmek istiyordu. İkisi arkadaş oldular. Ta ki Tebük'e yaklaştıklarında, Ebu Hayseme, Umeyr b. Vehb'e "Benim bir günahım vardır. Biraz geride kalırsan, Resûlullah'a tek başıma varırsam senin hiçbir zararın olmaz"dedi. Umeyr onun teklifini kabul etti. Ebu Hayseme, Hz. Peygambere yaklaştığında, Resûlullah, Tebük'te konaklamıştı, "Yolda yönelip gelen bir süvari vardır"dediler. Hz. Peygamber "O Ebu Hayseme'dir"dedi. Onlar da "Ey Allah'ın Resûlü! andolsun, o, Ebu Hayseme'dir"dediler. Ebu Hayseme devesinden indikten sonra Resûlullah'a yönelerek selâm verdi. Hz. Peygamber ona "Ey Eba Hayseme!. Sen helâk olmaya yaklaştın"dedi. Sonra Ebu Hayseme hadiseyi Resûlullah'a anlatınca Bu sefer Resûlullah onun için güzel şeyler söyledi ve dua etti. (2)
Hz. İsa (aleyhisselam) devrinden sonraki zamanlarda yaşayan azılı bir katil adam vardı. Bu adam tam doksan dokuz kişiyi öldürmüştü. Bir gün yapmış olduğu işin yanlış olduğunu anladı ve tevbe etmeye karar verdi. Ancak kendisi gibi o kadar insanın canını almış azılı bir katilin tevbesini acaba Allah kabul eder miydi? Bu soru beynini kemirip duruyordu.
- Mutlaka bunu ehil bir kimseye sormam lazım. Yoksa içim rahat etmeyecek, dedi ve yanındakilere bu konuda kendisine yardımcı olabilecek bir kişinin olup olmadığını sordu. Ona bir adamdan bahsettiler. Halk o adamı bir din alimi olarak biliyordu. Ancak bu adam, din âliminden ziyade ilimden fazla nasibi olmayan, ibadetlerini yerine getirmeye çalışan, bu şekliyle de halkın güvenini kazanmış bir insandı.
Adam bu şahsın yanına gitmeye karar verdi. Yanına geldiğine ona şöyle bir soru sordu:
- Efendim, ben doksan dokuz kişiyi öldürdüm. Ancak şimdi pişman oldum. Tevbe etmek istiyorum. Tevbe etsem Allah benim gibi bir adamın tevbesini kabul eder mi?
Dini konularda sadece yüzeysel bilgisi olan adam, karşısındaki adamın içinde bulunduğu pişmanlığı anlayacak ve ona ne yapması gerektiğini söyleyecek yeterli donanıma sahip olmadığı için ona,
- Artık iş işten geçmiş. Bu kadar insanın katili olan bir insanı Cenab-ı Hak affetmez. Senin tevben kabul olmaz deyiverdi.
Bu cevap soruyu soran adamın canını fazlaca sıktı. Birden sinirlendi. Gözü karardı ve o sinirle o adamı da öldürdü. Böylece öldürmüş olduğu kişi sayısı yüze ulaşmış oldu.
Aradan birkaç gün daha geçmişti. Katil adamın içindeki pişmanlık duygusu onu başka arayışlara götürdü. Yanındaki insanlara,
- Tavsiye edebileceğiniz başka bir din alimi yok mu, diye sordu. Bu sefer ona hakikaten âlim bir zattan bahsettiler. Bu zat, dini konularda uzman olduğu gibi aynı zamanda bildiklerini hayatına yansıtan hem alim hem de zahid bir insandı.
Katil adam hemen yola koyuldu ve alim zatın evine gitti. Alim zat bu adamı çok güzel karşıladı. Kısa bir tanışmadan sonra katil aynı soruyu bu zata da sordu. Alim zat, adamın içinde bulunduğu derin pişmanlığı görmüştü. Ona şöyle cevap verdi:
- “Evladım! Rabbimiz çok merhametlidir. Tevbeleri kabul eder. Bundan daha büyük günah işlesen bile Allah seni affeder. Ancak bunun için samimi bir şekilde tevbe etmen ve bir daha asla aynı günahı işlememen lazım.”
Katil adamın yüzünde bir tebessüm belirdi. Bu cevap içini rahatlatmıştı. Bu sırada âlim zat, ona mutlaka uyması gerekli olduğu şu şartları da söyledi:
- Tevbe ettikten sonra, tevbenin gereğini yerine getirebilmen için içinde bulunduğu ortamı, arkadaşlık grubunu terk etmelisin. Çünkü o yer seni günaha çağırıyor. Onların tesirinde kalıp aynı günahı bir daha işleyebilirsin. Öncelikle bu büyük kozu şeytanın elinden almalısın. Bu sebeple sana bir yer tavsiye edeceğim. O yere git, oraya yerleş. Orada Allah’a ibadet eden, ahlaklı, kültürlü insanlar var. Onlarla arkadaşlık kur. Bir daha da asla seni günaha sürükleyen bu yere gelme.
Adam bu tavsiyelere harfiyen uyacağına dair alim zata söz verdi ve ona teşekkür etti. Bütün eşyalarını toparlayıp alim zatın bahsettiği şehre doğru yola koyuldu. İçinde Rabbine karşı yapmış olduğu tevbenin huzuru vardı. Yolu yarılamıştı ki, ölüm meleği kapısını çaldı. Ölüm bu. Yer ve zaman dinlemez ki! Adam oracıkta son nefesini verdi.
Bu sırada yer yüzüne adamı almak için hem rahmet hem de azap melekleri geldi. Rahmet melekleri,
- Bu adam günahlarına tevbe etti. Bu sebeple onu biz götüreceğiz, dediler. Haklıydılar. Ancak azap melekleri de şunu söylüyorlardı:
- Hayır bu adamı bizim götürmemiz lazım. Tevbe etti ama hiçbir hayırlı amel işlemedi ki! Tevbesinin gereklerini yerine getirmedi.
Peki şimdi ne olacaktı? Her iki taraf da adamın kendilerini alması gerektiğini savunuyorlardı. Aralarında bu tartışma devam ederken Allah, başka bir meleği onlara hakem olarak gönderdi. Bu melek, onların arasını bulacaktı. Şunları söyledi:
- Adamın ayrıldığı şehir ile gideceği şehrin arasını ölçün. Hangisine yakınsa adam o şehre aittir. Günah işlediği yere yakınsa onu azap melekleri, gideceği yere yakınsa rahmet melekleri alsın.
Melekler her iki mesafeyi de ölçtüler ve adamın gitmekte olduğu şehre daha yakın olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine onu rahmet melekleri alıp götürdüler.(Buhari, 3283; Müslim, 2766)